Forumları Okundu Yap |
![]() |
#41 |
Anaksagoras
(M.Ö. 500 - 428) Yunan doğa filozofu. Klazomenai'de doğan Anaksagoras Atina'da bir okul açarak Perikles, Euripides, Arkhealos (bazı yazarlara göre Sokrates), vb. bir çok öğrenci yetiştirmiştir. Bazı parçaları günümüze kadar kalan Tabiat Üzerine adlı bir eser yazdı. Platon'un Phaidion'unda Sokrates onun dersinden söz açar. Anaksagoras, cisimlerin birbirine benzer çok küçük parçalardan oluştuğunu savunmuş, zekayı (nous) bütün bunların üzerine yerleştirmiştir. "Başlangıçta çok büyük bir kaos varken, zekanın gelip her şeyi düzene soktuğunu" ileri sürmüştür. Yıldızların hareketini, evrenin dönüşünü ve dünyayı bu zeka yönetiyordu. Ona göre doğa, gözle görülemeyecek kadar küçük parçacıklardan meydana geliyordu. Her şey küçük, daha küçük parçacıklara bölünebilir ancak en küçük parçada bile her şeyden bir şey vardır. Plutarkhos'un anlattığı bir olay onun gerçekçiliğini yeterince belirtir. Atina'da Perikles'e karşı olanlar buldukları tek boynuzlu bir danayı öne sürerek Perikles'in diktatör olacağı propagandasını yaparlar. Anaksagoras kalabalık bir topluluğun önünde söz konusu boğanın başını ameliyat ederek iki boynuzun oluşmasını engelleyen anormalliği açıklar. Tanrısızlıkla suçlanıp ölüme mahkum edilince, Atina'yı terk etmek zorunda kaldı. Anaksagoras, astronomiyle de ilgileniyordu. Gökyüzündeki tüm cisimlerin Yer ile aynı maddeden meydana gelmiş olduğunu öne sürüyordu. Bu fikre bir meteoru inceledikten sonra varmışdı. Bu nedenle başka gezegenlerde de hayat olduğu düşünülebilir, diyordu. Öne sürdüğü fikirlerden bir diğeri de Güneş'in bir tanrı olmayıp Peloponnesos Yarımadası'ndan irice, kor halinde bir kütle olduğuydu. Ayrıca Anaksagoras, Ay'ın ışığını güneşten aldığını varsayıp Ay ve Güneş tutulmalarını bununla açıklamıştır. Ayrıca, hayvanların anatomilerini incelemiş ve balıkların solungaçlarıyla nefes aldığını keşfetmişti. |
|
![]() |
![]() |
#42 |
Anaksimandros
Yunan doğa filozofudur (M.Ö. 610-545). Miletos'da doğmuş olan Anaksimandros, astronominin kurucusu ve ilk kez bir kozmoloji ya da dünya üzerine sistematik felsefe görüşü getiren filozof olarak kabul edilmiştir. Thales gibi dünya tarihinde ilk kez doğayı; metafizik, mistik ya da mitolojik düşüncelere sapmadan, akılcı ve objektif bir yöntemle araştırmıştır. Güneş ekseninin eğriliği, özellikle güneş saati gibi birçok keşif ona mal edilir. Bilinen ilk dünya haritasının onun yaptığı, göklerin kutupyıldızı etrafında döndüğünü onun belirttiği söylenir. Thales'den sonra Miletos okulunu yöneten, Karadeniz kıyılarında, Apollonia'da bir koloni kuran Aniksimandros, evreni açıklamaya çalıştı ve onu sonsuz (apeiron) diye tanımladı. Anaksimandros'un sonsuzu belirsiz bir maddedir; içinde çeşitli karşıtlar bulunur (soğuk ve sıcak, kuru ve yaş gibi). Bu karşıtlar, ancak ortaya çıktığı zaman birbirlerinden ayrılır. Her doğumun karşıtların ayrılışı, her ölüm karşıtların sonsuzda birleşmesidir. Anaksimandros'a göre insan, balıktan gelir; çünkü balığın kökeni insanlarınkinden daha kolay açıklanabilmektedir. Bu bakımdan Anaksimandros, evrim kuramlarının öncülerinden sayılabilir. |
|
![]() |
![]() |
#43 |
ABICHT, Johannes Heinrich
(1712-1804) Alman düşünür. Felsefe sorunlarına eleştirici bir tutumla çözüm bulmaya, ahlak ile doğal hukuku bağdaştırmaya çalıştı. Volkstadt' ta doğdu. Wilna' da öldü. İlk ve ortaöğrenimim doğduğu yerde, yükseköğrenimini Erlangen Üniversitesi' nde bitirdi. Önce ilk Çağ felsefesiyle ilgilendi sonra Kant ve Reinhold' un görüşlerini benimsedi. Daha sonra onlardan ayrı bir yol tuttu. Berlin Bilimler Akademisi' nin açtığı bir yarışmaya, Leibniz-Wolff dönemi metafizik sorunlarıyla ilgili bir çalışma ile katıldı, ödül kazandı (1796). Erlangen Üniversitesi' nde felsefe okuttu. Arkadaşı Born ile Kant'ın felsefesini yayma amacını güden Neues Philosophisches Magazin zur Erlanterung des Kantischen Systems adlı bir dergi çıkardı (1789-1791). Abicht, felsefeye Kant' ın geliştirdiği sorunlar üzerinde çalışmakla, onlara yeni yorumlar aramakla girdi, sonra bu yorumcu tutumu bırakarak ahlak ve doğal tüze sorunlarım incelemeye koyuldu. Ona göre doğal hukuk ile ahlak ilkeleri arasında, köken bakımından, bağlantı vardır. Ahlakın değişmeyen, genel geçerlik taşıyan ilkeleri yalnız duyu verilerinden kaynaklanan bir bilginin ürünü değildir. Birtakım deney öncesi düzenleyici ilkeler de vardır. Bir bilgi varlığı olan insan, doğal olarak, özgürdür. Onun uyması gereken kurallar dışa dayalı düşünce ilkeleridir. Bilginin iki kaynağı vardır: Biri duyularla sağlanan ilk verilerdir. Bu veriler anlayış gücünde işlenir, yeni biçimler kazanarak bilgiye dönüşür. Öteki kaynak ise düşünme yeteneğidir. Bu yetenekte, deney öncesi, birtakım ilkeler vardır. Deney bilgisi, duyu verilerinin bu ilkelere göre düzenlenip biçimlenmesiyle geçerlik kazanır. Us, tek yol gösterici, denetleyici, düzenleyici yetenektir, yargı gücünün kaynağıdır. Bu nedenle bütün davranışların us ilkelerine uyması gerekir. Ahlaklı olmak us ilkelerine göre davranmaktır. Abicht istenç, doğal hukuk, mantık, ahlak, bilgi, metafizik konularında çalışmıştır. Bütün bu yapıtlarında, eleştirici bir yöntemin uygulandığı görülür. Onun felsefe alanında başlıca özelliği de sorunların çözümünde eleştiriye ağırlık vermesidir. Kaynakça: 1) Türk ve Dünya Ünlüleri Ansıklopedisi (Anadolu Yayıncılık) 2) Filozoflar Ansıklopedisi (Cemil Sena) |
|
![]() |
![]() |
#44 |
Adelhard
(1090-1160) İngiliz düşünür ve tanrıbilimci. Chartres Okulu' na bağlıdır. Öz-biçim sorununun çözümünde Aristoteles ile Platon' u bağdaştırmaya çalışmıştır. Bath' da doğdu, Bristol' da öldü. İlköğrenimini doğduğu yerde gördükten sonra Fransa' ya gitti, yükseköğrenimi bitirdi. Sonra Laon' da Anselmus' un kurduğu okulda, bir süre öğretmenlik yaptı. İtalya, İspanya, Anadolu ve değişik Arap ülkelerini kapsayan uzun bir geziye çıktı. Yedi yıl süren bu geziden sonra, Araplar' dan edindiği bilgileri tanıtmak amacıyla İngiltere' ye döndü. Araplar' dan öğrendiği Eukleides' in Stoikheiai("İlkeler") adlı çalışmasını, Arap bilginlerinin matematik ve gökbilimle ilgili değişik yapıtlarını çevirdi. Bu gezisi süresince edindiği bilgilere, sürdürdüğü çalışmalara dayanan Quaestiones Naturales ("Doğa Sorunları"), De Eodem et Diverso ("Özdeşlik ve Çeşitlilik Üstüne") adlı yapıtlarını yazdı. Adelhard, felsefeye Arap düşünürlerinin çalışmalarını incelemekle, görüşlerini öğrenmekle girdi. Aristoteles ve Platon' un o dönemde bilinen yazılarını yorumlayan Arap bilginleri akıl ilkelerine dayanan ve genellikle Aristoteles mantığından kaynaklanan bir yöntemi benimsemişlerdi. Felsefe ve tanrıbilim sorunlarının yorumlanmasında uygulanan bu yöntemi benimseyen Adelhard, gelenekçi İngiliz tanrıbilimciliğine karşı çıktı. Tanrıbilim sorunlarının akılcı bir yöntemle çözümlenmesi gereğini ileri sürdü. Felsefe ile tanrıbilim sorunlarının belli bir "neden" kavramı üzerinde yoğunlaştığı görüşünü savundu. Ona göre bütün varlık türleri ve bilinen nesnelerin oluşumunda, genel geçerlik taşıyan, belli bir neden vardır. Tanrı' nın yaratıcı gücü de bu ‘’neden" le bağlantılıdır. Tanrısal gücün belli bir "neden" e dayanması bir eksıklik değildir. Varlık kavramı altında toplanan bütün nesneleri yaratan Tanrı, belli bir "neden" e dayanmadan edemez. Tümel kavramlar tanrısal bir anlayış gücünde önceden vardır. Yaratılış eylemi bu kavramlara göredir ve onlardan sonradır. Bireysel anlayış gücü bu kavramların varlığını, öncelliğini, düşünerek kavrayabilir. Algılama, bu tanrısal kavramların sınırlarını aşamaz. Bilginin kazanılmasında başlıca etken temel ilkeleri kavramaktır. Bu temel ilkelerin kavranması da matematik kurallarına göre davranmakla olabilir. Matematiğin uyguladığı tümdengelim yöntemi maddenin, madde evreninin tanınmasını, bilinmesini sağlar. Bilginin sağlanmasında us ilkelerine dayanan matematik yönteminin uygulanması gereklidir. Tanrı ilk devindirici güçtür. Tanrı istenci dışında bir devinim söz konusu değildir. Devinimden yola çıkarak, ilk devindirici olan tanrısal gücü, yani Tanrı' yı kavrama olanağı vardır. İnsan akıl yürüten bir varlıktır, ölümlüdür; ancak ruh ölümlü değildir. Ölüm ruhla gövdenin ayrışması, ruhun gövdeden uzaklaşmasıdır, insanda maddeyle ilgisi olmayan özellikler vardır. Hayvanda duyum olmadığı gibi, insan varlığının özünü oluşturan ruh da yoktur. Bu özellik hayvanın, evren bütünü içinde bir "tür" olmasından kaynaklanır. Salt duyularla algılanabilen nesnelerde "tür" ve "çeşit" ayrımı vardır. Sözgelişi hayvan için "tür", insan için "çeşit" ve "birey" söz konusudur. Adelhard, "tür" ve "birey" konusunda Aristoteles'in ve ondan kaynaklanan, Orta Çağ tanrıbilimcilerinin izinden gitmiştir. Evrenin yapısı ve düzeni konusunda da Platon ile Aristoteles' in görüşlerini uzlaştırmaya çalışmış, yeni bir görüş getirmemiştir. Onun düşünce tarihindeki önemi, daha çok, Arap düşünürlerinin yapıtlarına dayanması, onları çevirerek, Avrupa aydınlarına tanıtmasındadır. Adelhard, Avrupa Orta Çağı' nda, Yunan-Roma ilk Çağı ve özellikle felsefesini tanıma ve İlk Çağ düşünce ürünlerini yazıldıkları diller olan Yunanca ve Latince' den öğrenme çalışmalarına ve böylece yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Daha sonraki dönemlerde, Yunan-Latin ilk Çağı' nı, kendi kaynaklanndan tanıma amacım güden çalışmalar nedeniyle, bilimsel bakımdan, bir Doğu-Batı yakınlaşması başlamıştır. Bu arada, yine Adelhard’ ın çevirileriyle, Arap felsefesi Batı’ da ilgi uyandırmış, yeni bir çalışma alanı açmıştır. YAPITLAR: Özdeşlik ve çeşitlilik Üstüne, Usturlab Üstüne, Doğa Sorunları. KAYNAKÇA: 1) Filozoflar Ansıklopedisi (Cemil Sena) 2) Türk ve Dünya Ünlüleri Ansıklopedisi(Anadolu Yayıncılık) |
|
![]() |
![]() |
#45 |
Max Adler
(1873-1937) Avusturyalı düşünür ve siyaset ada*mı. Avusturya Marxizmi'nin kuru*cularından ve Avusturya Sosyal De*mokrat Partisi'nin sol kanat temsilcilerindendir. 15 Ocak 1873'te Viyana' da doğdu. 1896' da hukuk öğrenimini bitirdi. 1904-1922 arasında Marx-Studien dergisinin editörlüğünü yaptı. Aynı dönemde Der Kampf dergisinde makaleler yazdı. 1907'de Karl Renner ile birlikte Viyana Sosyoloji Topluluğu' nu kurdu. 1920-1923 arasında Avusturya Sosyal Demok*rat Partisi' nin milletvekili olarak parlamentoda bu*lundu. 1934' te Viyana Üniversitesinde sosyoloji ders*leri vermeye başladı. 28 Haziran 1937'de Viyana'da öldü. Adler, "Avusturya Marxizmi" olarak bilinen ve 1904' ten sonra Karl Renner, Rudolf Hilferding ve Otto Bauer tarafından kurulan okulun felsefi kuramcısıdır. Sosyalist düşünce tarihinde, tarihsel maddeci*liğin " revizyonu" denemelerinin yoğunlaştığı ve fel*sefeye yeni bir ilginin doğmaya başladığı bir dönemde Adler, Marxizm' in ekonomik determinizm temeline dayanan yorumlarına karşı çıkmış, tarihsel maddecili*ği Yeni-Kantçı felsefeyle bağdaştırmaya çalışmıştır. Marx' ın öğretisini, yaşadığı dönemin sosyal, ekono*mik ve siyasal koşullarına uyarlamak isterken ve Marxizm' in değişmeye açık bir sentez olduğunu ileri sürerken, bireylerin düşünsel etkinliğini ön plana çıkaran görüşlerin savunuculuğunu yapmıştır. Adler, Kausalitaet und Teleologie im Streite um dıe Wissenschaft ("Bilim Tartışmasında Nedensellik ve Teleoloji") adlı ilk kitabını 1904' te yayımladı. Kant' ın "sentetik a priori" adını verdiği, insan zihnine ilişkin mutlak sınırları toplumsal düzeyde ele alan Adler, insan zihninin toplumsal koşullar tarafından belirlendiğini ileri sürmüş ve bunun yol açtığı sınırlara "sosyal a priori" adını vermiştir. Adler' e göre, insan zihni toplum tarafından sunulan verileri seçerken özgür olmakla birlikte, çevre ve koşullar insanın bilgi ve eyleme ilişkin tercihlerini sınırlandırmaktadır. Bu bağlamda, insan zihninin kendi dışındaki "tarafsız" bir veriler bütününü dolaysız bir nesnellik içinde edinmesi mümkün değildir, insan zihni edilgen bir algılayıcı olmakla kalmaz, yöneldiği dışsal gerçeği biçimlendirir de. Bu görüşlerden yola çıkan Adler, Lenin ve Kautsky' nin tarihsel maddecilik anlayışını eleştirmiş, bu yaklaşımın bireyi ekonomik güçlerin basit bir aracı durumuna indirgediğini ileri sürmüş*tür. Adler' e göre, Marx insan duygu ve düşüncelerini maddenin dolaysız bir yansıması olarak ele almamış, zihnin maddeden görece bağımsız işleyişini de vurgu*lamıştır. Marx, insanı fiziksel ve fizyolojik süreçler tarafından belirlenen bir makine olarak tanımlayan kaba maddeci yaklaşımlara karşı çıkmış ve sorunu zihin ile madde, birey ile toplum arasındaki diyalektik bir ilişki olarak ele almıştır. Adler' e göre, toplum, maddi güçlerin bütünlüğü ile düşünsel-ruhsal çabaların birliğinden oluşmaktadır. İnsan pratiği aynı zamanda felsefi ideallerin gerçekleştirilmesine de hizmet etmektedir. Bu bağlamda, bilim ile ahlak, toplumsal yasaların belirleyiciliği ile amaçlanan idealler, tarihsel maddecilik ile felsefe arasında aşılmaz uçurumlar yoktur. Adler, Marx' ın gençlik döneminde yazmış oldu*ğu Zur Kritik der HegeVschen Rechtsphilosophie ("Hegerin Hukuk Felsefesinin Eleştirisi") adlı kitabın*da "Hümanist Marxizm" olarak adlandırılabilecek bir anlayışı doğrulayan kanıtlar olduğunu ileri sürmüş*tür. Lukacs' ın Marx’ ın gençlik dönemindeki yazıları*nı Hegelci bir yaklaşımla yorumlaması gibi, Adler de Marx' ın bu dönemindeki yazılarını Kantçı bir bakış açısıyla yeniden değerlendirmiştir. Kişiliğin yaratıcı bütünselliğini insanın en yüce amacı olarak nitelendi*ren Yeni-Kantçı felsefeden yola çıkan Adler, daha zengin bir bireyselliğe ulaşmış sosyalist insanın oluş*turulması gerektiğini savunmuştur. Bir siyaset adamı olarak Adler, 1888' de Victor Adler tarafından kurulan ve içinde farklı siyasal eğilimleri barındıran Avusturya Sosyal Demokrat Partisi' nin sol kanadında yer almıştır. Mücadelesini esas olarak genel oy hakkının elde edilmesi ve parlamenter yoldan iktidara gelinmesi çizgisinde sür*düren Avusturya Sosyal Demokrat Partisi içinde proletarya diktatörlüğünü ve işçi konseylerini savun*muştur. Bununla birlikte, Adler' in Avusturya Sosyal Demokrat Hareketi içindeki düşünsel etkinliği, esas olarak siyasal mücadele düzeyinde değil, felsefi dü*zeyde olmuştur. YAPITLAR: Kausalitaet und Teleologie im Streite um die Wissenschaft, 1904, ("Bilim Tartışmasında Nedensel*lik ve Teleoloji*); Marx als Denker, 1908, ("Bir Düşünür Olarak Marx’’); Das Soziologische in Kant's Erkenntnis kritiky 1925, ("Kant'ınBilgi Eleştirisinde Sosyolojik Öğe*ler"); Das Raetsel der Gesellschafu 1935, (Toplumun Gizemi) KAYNAK: Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi Anadolu Yayıncılık İstanbul - 1983 |
|
![]() |
![]() |
#46 |
Arkesilaos
Arkesilaos ( ya da Arkesilas) (316-241) Aeolia bölgesinde Pitane’de ( Bugünkü Çandarlı) doğmuş. Önce Aristoteles’in en yakın dostu , iş arkadaşı ve ardılı Theophrastos’un öğrencisi olmuş, sonra da Akademia’ya girmiş ve Pyrrhon’un da çok etkisi altında kalmış. Pyrrhon’un öğretisini değiştirmeden bütünü ile benimseyen Arkesilaos, bir Akademialı olarak Platon felsefesi üzerinde durup, bu felsefenin, özellikle de Sokrates’in yönteminin şüpheci yönlerini belirtmeye çalışır. Arkesilaos’un kendisi tartışmalarında Sokrates’n yöntemini kullanırmış; yalnız, Sokrates gibi, karşısındakini kendi üzerinde bir düşünmeye zorlamak, sonuçları kendisinin bulmasına yol açmak için değil de, onu şüpheci görüşe geçirmek için bu yöntemi kullanırmış. Arkesilaos’un bilgi anlayışı asıl niteliğini, başlıca karşıtı Stoa ile daha doğrusu Zenon ile olan savaşmasında kazanmıştır. Stoa’ya göre, gerçek üzerine olan bilgimiz duyu algılarına dayanır, bu bilginin kaynağı burasıdır. Yalnız, bütün duyu tasavvurları değil de, ancak kataleptik tasavvurlar doğru’yu sağlarlar, ancak “kavranmış”, ruhumuzda sağlam kök salarak “saklanmış” olan tasavvur (katalepsis) besbellidir, apaçıktır, dolayısıyla kesindir, sarsılmazdır; katalepsis doğru bilginin ölçüsüdür. Stoa’nın bu anlayışını Arkesilaos şöyle eleştirir: Bir tasavvurun doğru mu, yanlış mı olduğunu, yani bu tasavvurun varolan bir şeyle mi, yoksa varolmayan bir şeyle mi ilişkili olduğunu bize güvenle bildirecek böyle bir doğruluk ölçüsü yoktur. Duyu yanılmalarında, rüyalarda, delilikte de tasavvur mutlak bir apaçıklık niteliği taşırlar ve bizi kendilerini onamaya zorlarlar, oysa bunlar yanlış tasavvurlardır. Bu da gösteriyor ki, tasavvurumuzun yanlış mı, doğru mu olduğunu hiçbir zaman kesin olarak bilemeyiz. Ayrıca: kataleptik olan ve olmayan tasavvurlar arasında dereceli geçitler vardır, apaçıklık ile bilginin güvenilir olmasının da dereceleri vardır. Arkesilaos’un bilgi teorisi hemen hemen, dogmatizmin baş temsilcisi Stoa’ya karşı yaptığı bu eleştirmede sona erer. Ahlak öğretisinde Arkesilaos’un daha olumlu bir görüşü var. Burada Sokrates –Platon geleneğine de dayandığından, yargı ve eylemden kaçınmayı (epokhe’yi) öğütleyen Pyrrhon gibi pratik hayattaki davranışa tam bir ilgisizlik göstermez; epokhe bir değer, ama en yüksek değer değil; insanın eylemde de bulunması gerek. Burada karşısına şu soru çıkar: Amaçlar ve ilkeler açık olarak bilinmeden eyleme olabilir mi? Sırf algı ve buna dayanan alışkanlık ile Arkesilaos yetinmek istemediğinden, eyleme kılavuz olarak “akıllılık ( phronesis) ve “iyice temellendirmeyi” (enlogia) ileri sürer. |
|
![]() |
![]() |
#47 |
Arşimet (Archimedes)
Arşimet (Archimedes), M.Ö. 287 - 212 yılları arasında yaşamış Sicilya doğumlu Yunan matematikçi, fizikçi, astronom, filozof ve mühendis. Bir hamamda yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti bilime en çok bilinen katkısıdır ancak pek çok matematik tarihçisine göre integral hesabın babası da Arşimet'tir. Roma generali Marcellus, Sirakuza'yı kuşattığında, Archimedes adlı bir mühendisin yapmış olduğu silahlar nedeniyle şehri almakta çok zorlanmıştı. Bunların çoğu mekanik düzeneklerdi ve bazı bilimsel kurallardan ilham alınarak tasarlanmıştı. Örneğin, makaralar yardımıyla çok ağır taşlar burçlara kadar çıkarılıyor ve mancınıklarla çok uzaklara fırlatılıyordu. Hatta Archimedes'in aynalar kullanmak suretiyle Roma donanmasını yaktığı da rivayet edilmektedir. Ancak bütün bunlara karşın M.Ö. 212 yılında Romalılar Sirakuza'yı zapt ettiler ve şehrin diğer ileri gelenleriyle birlikte Archimedes'i de öldürdüler. Söylendiğine göre, bu sırada Archimedes toprak üzerine çizdiği bir problemin çözümünü düşünüyormuş ve yanına yaklaşan Romalı bir askere oradan uzaklaşmasını ve kendisini rahat bırakmasını söylemiş; ancak asker Archimedes'e aldırmayarak hemen öldürmüş. Tarihin nadir olarak yetiştirdiği bu çok yetenekli bilim adamının öldürülüşü Romalı generali de çok üzmüş. Archimedes hem bir fizikçi, hem bir matematikçi, hem de bir filozoftur. Gençliğinde bir süre İskenderiye'de bulunmuş, burada Eratosthenes ile arkadaş olmuş ve daha sonra da onunla mektuplaşmıştır. Archimedes'in mekanik alanında yapmış olduğu buluşlar arasında bileşik makaralar, sonsuz vidalar, hidrolik vidalar ve yakan aynalar sayılabilir. Bunlara ilişkin eserler vermemiş, ancak matematiğin geometri alanına, fiziğin statik ve hidrostatik alanlarına önemli katkılarda bulunan pek çok eser bırakmıştır. Geometriye yapmış olduğu en önemli katkılardan birisi, bir kürenin yüzölçümünün 4?r2 ve hacminin ise 4/3 ?r3 eşit olduğunu kanıtlamasıdır. Bir dairenin alanının, tabanı bu dairenin çevresine ve yüksekliği ise yarıçapına eşit bir üçgenin alanına eşit olduğunu kanıtlayarak pi'nin değerinin 3 l/7 ve 3 10/71 arasında bulunduğunu göstermiştir. Archimedes'in en parlak matematik başarılarından biri de, eğri yüzeylerin alanlarını bulmak için bazı yöntemler geliştirmesidir. Bir parabol kesmesini dörtgenleştirirken sonsuz küçükler hesabına yaklaşmıştır. Sonsuz küçükler hesabı, bir alana tasavvur edilebilecek en küçük parçadan daha da küçük bir parçayı matematiksel olarak ekleyebilmektir. Bu hesabın çok büyük bir tarihi değeri vardır. Sonradan modern matematiğin gelişmesinin temelini oluşturmuş, Newton ve Leibniz'in bulduğu diferansiyel ve entegral hesap için iyi bir temel oluşturmuştur. Archimedes Parabolün Dörtgenleştirilmesi adlı kitabında, tüketme metodu ile bir parabol kesmesinin alanının, aynı tabana ve yüksekliğe sahip bir üçgenin alanının 4/3'üne eşit olduğunu ispatlamıştır. İlk defa denge prensiplerini ortaya koyan bilim adamı da Archimedes'dir. Bu prensiplerden bazıları şunlardır: Eşit kollara asılmış eşit ağırlıklar dengede kalır. Eşit olmayan ağırlıklar eşit olmayan kollarda aşağıdaki koşul sağlandığında dengede kalırlar: f1 · a = f2 · b Bu çalışmalarına dayanarak söylediği "Bana bir dayanak noktası verin Dünya'yı yerinden oynatayım." sözü yüzyıllardan beri dillerden düşmemiştir. Archimedes, kendi adıyla tanınan sıvıların dengesi kanununu da bulmuştur. Söylendiğine göre, bir gün Kral II Hieron yaptırmış olduğu altın tacın içine kuyumcunun gümüş karıştırdığından kuşkulanmış ve bu sorunun çözümünü Archimedes'e havale etmiş. Bir hayli düşünmüş olmasına rağmen sorunu bir türlü çözemeyen Archimedes, yıkanmak için bir hamama gittiğinde, hamam havuzunun içindeyken ağırlığının azaldığını hissetmiş ve "Buldum, buldum" diyerek hamamdan fırlamış. Acaba Archimedes'in bulduğu neydi? Su içine daldırılan bir cisim taşırdığı suyun ağırlığı kadar ağırlığından kaybediyordu ve taç için verilen altının taşırdığı su ile tacın taşırdığı su mukayese edilerek sorun çözülebilirdi. Archimedes'in araştırmalarından önce, tahtanın yüzdüğü ama demirin battığı biliniyordu; ancak bunun nedeni açıklanamıyordu. Archimedes'in bu kanunu doğada tesadüflere yer olmadığını, her zaman aynı koşullarda aynı sonuçlara ulaşılacağını göstermiştir. Archimedes, 23 yüzyıl önce, modern bilimsel yöntem anlayışına çok yakın bir anlayışla, bugün de geçerli olan statik ve hidrostatik kanunlarını bulmuş ve bu katkılarıyla bilim tarihinin en büyük üç kahramanından birisi olmaya hak kazanmıştır. |
|
![]() |
![]() |
#48 |
Anselmus
1033-1109 yılları arasında yaşamıştır. İtalyalıdır ama 1093’den sonra İngiltere’de Canterbury başpiskoposluğu yapmış ve orada ölmüştür. Augustinus’un “anlamak için inanıyorum” önermesini almış, inancı akıl ile temellendirmeye çalışmıştır. Anselmus’un bu çabası, skolaztizmin, akıl ile inancı birleştirmeye çalışmasının bir göstergesidir. Anselmus, yargıların mutlağı olmalıdır der. Örneğin iyi varsa mutlak iyi de olmalıdır. Varlık varsa mutlak varlık da olmalıdır. Bu düşünce yoluyla Tanrı’nın varlığı ispatlanmış olur. Anselmus’un, bir başka Tanrı kanıtlaması da şöyledir; Tanrı en yetkin varlıktır. Tanrı’nın varolmadığını düşünürsek, bir yanıyla Tanrı eksik kalmış olur. Oysa Tanrı’nın tanımı en yetkin varlık olduğudur. Demek ki Tanrı vardır. (bu kanıtlama çok meşhurdur) Anselmus, Augustinus’un ilk günahın bütün nesiller boyu sürdüğü düşüncesini kabul eder. O’na göre Tanrı insanları bu ilk günahtan kurtarmak için insan biçimine girmiş (İsa) ve bütün insanları ilk günahtan kurtarmak için çarmıha gerilmiştir. Skolastizmin bu ilk döneminde din ve felsefe uzlaştırılmaya çalışılmıştır. Dinsel kavramlar, akılla açıklanmaya çalışılmış ve bunun için Platon’nun kavram realizmi kullanılmıştır. |
|
![]() |
![]() |
#49 |
Aleksandros
(M.Ö. III y.y. - II. y.y.) Sonraki dönemde Peripatos okulunda özellikle "tarihsel bilimler'' önem verilmiştir. Bu dönemden din ve müzik tarihine ait bazı metinler günümüze kadar gelebilmiştir. Daha sonraki dönemde ise, M.Ö. I. yüzyılda, Peripatos'çular Aristo'nun eserlerinin toplanması, bunların açıklamaları ve yorumları ile ilgilenmişlerdir. Özellikle dil çalışmalarını büyük bir dikkatle yapmışlardır. Aristo'nun bugün elimizde bulunan eserlerini, bu Peripatos'çuların titiz ve tutarlı çalışmalarına borçluyuz. Bu yorumcuların en ünlüsü Aphrodisias'lı Aleksandros'tur. Çeşitli yöndeki çalışmaları sayesinde Peripatos okulu, özellikle "bilim dallan" alanında yapılan araştırmaların temelini oluşturmuştur. Aristo, Yunan bilim ve felsefesinin gelişiminde bir dönüm noktasıdır. Aristo'ya gelinceye kadar bilim ve felsefe birbiriyle kaynaşmış durumdaydı. Aristo ile birlikte bağımsız bilimler, o zamana kadar genel bilim niteliğindeki felsefeden ayrılarak, birer "uzmanlık dalı" şeklinde gelişme göstermiştir. Bu gelişme en yüksek noktasına Atina'da değil de İskenderiye'de ulaşmıştır. İlkçağın sonlarına doğru İskenderiye bilimsel araştırmaların merkezi olmuştur. O zamanki Mısır hükümdarının yardım ve katkıları sonunda tüm bilimler atılım yaptılar, ancak bu konuda aşırılığa kaçıldı. Uzmanlıkta o denli uç noktalara gidildi ki, sonunda "bütün" gözden kaçırıldı, bir sürü önemsiz ayrıntılar arasında boğulup kalındı. |
|
![]() |
![]() |
#50 |
Ainesidemos
(Hz. İsa'lı yıllar) Ainesidemos ile ilgili fazla bir bilgimiz yok. Yalnız onun İskenderiye'de yaşadığını ve şüpheciliği bir "sistem" şekline getirdiğini öğreniyoruz. Septik felsefenin esasları bu düşünür tarafından "tropos"lar denilen birtakım kısa yargılar şeklinde toplanmıştır. Ainesidemos şu görüşten yola çıkıyor: Bilgimizin kaynağı ya "algılar"dır ya da "akıl". Önce bilgi için "afatlar "m esas olduğunu kabul edelim: Her hayvanın kendine göre duyu organları vardır. Söz gelişi insanın gözü balığın gözüne göre başka yapıdadır. Aynı şekilde balığın gözü böceğinkinden farklıdır. İnsan dünyayı insan gözüyle, balık dünyayı balık gözüyle, böcek ise dünyayı böcek gözüyle görür. Acaba bu gözlerden hangisi evreni olduğu gibi görebiliyor? Hangisinin gördüğü evren doğru ve gerçek evrendir? Bu soruya kesin bir yanıt vermek olanaksızdır. O halde biz evrenin "gerçek şekli"nin nasıl olduğundan söz edemeyiz, olsa olsa evreni "kendimizin" nasıl gördüğünü söyleyebiliriz. Göz için öne sürülen bu yargı, öteki duyumlar için de geçerlidir. Biz cisimlere katı ya da yumuşak derken, dokunma duyumuz bize cisimleri böyle gösterdiği için bu yargıda bulunuruz. Fakat dokunma organı kıllar ile örtülü olan bir hayvanın dokunma duyumu, dokunma organı yalnız deri ile kaplı olan insanınkine göre elbette ki başka türlü olacaktır. Çeşitli hayvan cinsleri arasında görülen bu farklılık, insanların kendi aralarında da vardır. İnsanların gözleri biri ötekinin tam aynı değildir. Acaba hangi insanın gözü evreni olduğu gibi görebiliyor? Aynı şekilde bu sorunun da yanıtı yoktur. Bunun için her insana göre evren, kendi gözünün gösterdiği şekildedir. Karşımda duran bir elmaya bakalım. Benim gözüm bu elmayı belli bir renk ve şekilde görür. Buna karşın dokunma duyumum aynı elmayı bana, gözüm gibi, renkli değil de, yalnızca sert ve yumuşak olarak gösterir. Aynı şekilde dilim de bu elmanın renginden bana hiçbir şey bildirmez, ancak ekşi ya da tatlı olduğunu bildirir. Şimdi acaba bu çeşitli duyumlardan hangisi bana elmanın gerçek realitesini tanıtıyor? Bu da yanıtı olmayan bir sorudur. Nitekim daha başka duyumlarımız olsaydı elmayı, şimdi farkına varmadığımız, başka özelliklerde algılayacaktık. O halde duyumlarımıza güvenerek bir objenin gerçek niteliklerini ya da gerçek realitesini öğrenmek olanaksızdır. Şimdi insan ile balığı bir daha karşılaştıralım: İnsanın gözü ile obje arasında hava bulunur; oysa balığın gözü ile obje arasında su vardır. Acaba objeyi arada hava varken mi, yoksa su varken mi gerçek şekli ile görebiliriz? Aynı şekilde bunun da yanıtı yoktur. Duyularımız bize objeleri oldukları şekilde göstermezler; biz objeleri, ancak duyularımızın bize onları tanıttığı şekilde biliriz. Şimdi de bir boynuz alalım. Bu boynuz çeşitli renklerde olabilir. Fakat boynuzun üstünü kazırsam, kazımazdan önce söz gelişi koyu renkli olan boynuz, kazındıktan sonra açık renkli olur. Bu boynuzun gerçek rengi hangisidir? Boynuz koyu renkli midir yoksa açık renkli mi? Aynı şekilde buna da doğru bir yanıt verilemez. O halde duyumlarımıza dayanarak eşyanın gerçek yapısına ulaşamayız. Duyumlarımız bize ancak eşyanın "görünüş"lerini tanıtır. Bilginin kaynağı olarak gösterilen "akıl"a gelince: Önce, düşünce dediğimiz şey nedir? Düşünmek, bir akıl yürütmede bulunmaktadır. Akıl yürütmede bulunurken daha önce bir yargının, bir görüşün bulunması gerektir. Söz gelişi matematikçi yaptığı akıl yürütmeleri belli yargılardan, birtakım açık seçik ve de kesin bilgilerden çıkarır. Acaba bu açık seçik ve kesin bilgiler nereden geliyor? Bu açık seçik ve kesin bilgiler de belki daha başka yargılardan çıkarılmıştır. Ancak bununla sorun çözülmüş olmaz. Çünkü açık seçik kesin bilgilerin son olarak çıkarıldığı yargıların da nereden geldiğini bilmek gerektir. O halde bu tür düşünüldüğünde, ya sonsuza kadar bu akıl yürütmeyi sürdürmek ya da herhangi bir yargıda durmak gerekecektir. Fakat bir de, sonuç elde ederken, temel aldığım yargıların doğruluğuna güvenebilir, inanabilirim. Ancak inanmak bir bilgi değildir. İnanç, hiçbir zaman yargıların doğruluğunu kanıtlamaz. Nitekim Stoacıların felsefesi de inanmaya dayandırılmakta idi. Bu inanma ise tümüyle yanlış olarak kalmaya mahkûmdur. O halde akla dayanan düşünme, ya sınırsızlığa kadar uzayan bir düşünme olacak ya da başlangıç olarak alınan yargının doğruluğuna inanmak zorunda kalacaktır. Sonuç olarak ne "afat" ne de "akıl" bizi kanıtlanması mümkün doğru bilgilere ulaştıramaz. Algı ve akıl bizi tek başlarına gerçeğe götürmeye yetmiyorsa, ikisi birleşince de bizi gerçeğe ulaştıramazlar. Çünkü iki yalancı tanıktan, hiçbir zaman, doğru bir tanıklıkta bulunmalarını bekleyemeyiz. Ainesidemos'un kanıtları işte bunlardır. Septikler eleştirilerini karakteristik olarak iki noktaya yöneltmişlerdir. Birinci olarak onlar evrenin kendiliğinden "bilinemeyeceği"ni savunurlar. İkinci olarak da nedensellik kavramını eleştirirler. Özellikle sonraki septikler, nedensellik kavramında bilginin ağırlık merkezini bulduklarına inanırlar. Tüm bilgilerimiz "neden"i arar, bir başka deyişle, sebep-sonuç arasında bir ilişki kurmaya çalışır. Evreni, bir sebep-sonuç ilişkisi ile örülmüş olarak düşünür. Ancak Septiklere göre, işte özellikle de bu "her olayın zorunlu olarak sebep-sonuç ilişkisi içinde oluştuğu" varsayımı, kanıtlanması olanaksız bir şeydir. Bunun için, bu düşünceye inanmak zorunda kalırız. Oysa biz, ancak olayların akışında az ya da çok bir belirliliğin olduğunu kabul edebiliriz. Çünkü olayların genellikle belli kurallara göre oluştuğunu deneyimlerimiz bize doğrulamaktadırlar. Fakat bu gözlem ve deneyimlerimizin dışına çıkmaya, hiç ama hiç hakkımız yoktur. |
|
![]() |
![]() |
#51 |
Thomas Aquinas
Thomas Aquinas (1225 - 1274) İtalyan Katolik filozof ve din adamı. Napoli krallığının soylu ailelerinden birinin oğluydu. Derebeyi yaşamını değil, okumayı ve araştırmayı tercih etti. Dominiken tarikatına girdi. Tarikata girmesine karşı olan babası tarafından Paris’e giderken yakalanıp, şatosunda tutsak edildi. İki yıl sonra kaçmayı başardı. Albertus Magnus'un in öğrencisi olan Thomas, Skolastik felsefenin en büyük düşünürüydü. Öğretisi önemli ölçüde Aristoteles’in metafiziğine dayanıyordu. Ortaçağ’da Hıristiyan felsefesinin doruğu olan bu öğreti, daha sonra Katolik kilisesinin resmi felsefesi haline geldi. Skolastiğin ilk dönem anlayışında inanılan ile bilinen, birbirine denk ve birbiriyle örtüşüyordu. Thomas’a göre dini doğrular ile akıl iki ayrı bilgi kaynağıdır. Bize başka başka şeyler öğretirler. Bilmek tanıtlamak demektir. İnanmak ise açıklamayı olduğu gibi doğru saymaktır. Ona göre bilgi insana, en yüksek ışığı anlaması için ön koşullar sağlar. Thomas bilginin çıkış noktasının deney olduğunu düşünür. Duyusal bilgilerimizi genel kavramlar haline getirebildiğimiz için mantığımızla işlememiz gerekir. Kavramlar, nesnelerin özlerini bize verirler. Direkt olarak her şeyi kavrayan bir bilgi formu insanoğluna kapalıdır. Bir objeyi ancak özünü ve özünün etkilerini kavramlaştırarak bilebiliriz. Objenin düşüncemizdeki yansısı gerçeğe uyuyorsa bilgimiz doğrudur. Bu soyutlama işleminin bizi vardıracağı en yüksek kavram ‘varlık’tır. Thomas tümel kavramların nesnenin özünde olduğunu düşünür. Bu kavramlar, nesneyi nesne yapan zorunlu belirlemelerdir. Her olup biten nesnedeki özsel formların açılması ve evrimidir. Formlar, tıpkı bir tohum gibi maddede gizli bir güç olarak bulunurlar. Dünyada her olup biten belli bir ereğe göre belirlenmiştir. Oluşu başlatan da, oluşun ereği de Tanrı’dır. Thomas, evreni varlık aşamalarına böler: Cansız cisimler, bitkiler, hayvanlar, insanlar, melekler ve en yüksek basamakta da Tanrı yer alır. Varlık aşamaları gelişen hayatın basamaklarıdır. Ahlak öğretisinde, istenç özgürlüğü her türlü ahlakın ön koşuludur. Ancak özgür olan, akla dayanan düşüncelerden doğan eylemler iyidir. Aristoteles gibi Thomas’da da insan toplumsal bir varlıktır. Devlet doğal bir zorunluluktur, başındakilere itaat gereklidir. Thomas'ın en önemli eseri Summa Theologica dır. |
|
![]() |
![]() |
#52 |
Agrippa
(M.S. I. ya da II. yüzyıl) Yunanlı şüpheci filozof. Ainesidemos'un şüphe etmekte haklı olduğumuzu göstermek için ileri sürdüğü on sebebin sayısını beşe indirdi. Genel olarak Yunan kuşkucularının yöntemini özetleyen beş kanıt şunlardır: 1.) Hem gündelik yaşamda, hem de filozofların tartışmalarında düşünceler çatışır. 2.) Hiç bir şey kendi kendini açıklayamaz, çünkü her açıklama ayrıca açıklanması gereken bir ikinci önermedir ve bu sonsuza değin böyle gider. 3.) Gerek algı, gerekse de yargı iki anlamda görelidir: İkisi de özneye göre değişir ve ikisi de kendileriyle birlikte bulunan başka algılardan etkilenir. 4.) Dogmatik filozoflar, önermeler dizisinde sonsuza değin geriye gitmekten kaçındıkları için kanıtlayamayacakları varsayımlar ileri sürerler. 5.) Filozoflar, duyularla ilgili olanları akılla, akılla ilgili olanı ise duyularla kanıtlamaya çalıştıklarından çifte tuzağa düşerler. Hem duyuların tanıklığından, hem de insanın anlama olanağından kuşku duyan Agrippa, bilgi edinmenin bir başlangıç noktası olmadığı sonucuna ulaşır. Ondan öncekiler, hakikati bilmediğimizi söylerlerdi; Agrippa ise bilemeyeceğimizi ispata çalıştı. |
|
![]() |
![]() |
#53 |
Antisthenes
(M.Ö. 444- 365) Yunan filozofu. Atina'da doğan, Gorgias ve Sokrates'den ders alan Antisthenes, Tanagra savaşında (M.Ö. 426) çarpışmıştır. Sokrates'in ölümünden sonra kendi okulunun başına geçip Kinik felsefenin kurucusu oldu. Sokrates'in en çok kanaatkârlık öğretisinden etkilenmiştir. Özellikle uygulama yönü ağır basan bir ahlak anlayışını benimseyerek, gerçek erdemin kişinin kendine egemen olmasına, tutkularından ve öbür insanlara bağımlılıktan kurtulmasına dayandığını savunmuştur. Kinikler gerçek mutluluğun maddi olanaklar, politik güç ya da sağlıklılık gibi dış özelliklerden oluşmadığını vurgularlar. Onlara göre gerçek mutluluk bu tip rastlantısal ve geçici şeylere bağımlılıktan kurtulmakla edinilir. Mutluluk tam da bunlara dayanmadığı için herkes tarafından elde edilebilir. Bir kez ele geçirilince de elden gitmez. Kinikler insanın sağlıklı olmaya kafa yormalarının gerekmediğini söylüyorlardı. Acı ve ölümü de dert etmeye gerek yoktu. Aynı şekilde başkalarının acılarıyla da ilgilenmiyorlardı. |
|
![]() |
![]() |
#54 |
Aristippos
(M.Ö. 435 - 366) Yunan filozofu. Kyrene okulunun veya Hazcılık adı ile tanınan öğretinin kurucusu. Sokrates'in derslerine devam etti. Bu derslerden, sadece, felsefeye pratik bir nitelik vermek gerektiği düşüncesine vardı. Hükümdarlara dalkavukluk etmek sanatının ustasıydı. Ömrünün bir kısmını Sicilya'da Dionysios'ların sarayında geçirdiği söylenir; ama hakkında söylenen her şeyin doğru olduğu şüphelidir. Kendisine mal edilen bir öğretiye göre mutluluk, haz aramaktan başka şey değildir. Yaşamın amacının mümkün olduğunca çok haz almak olması gerektiğine inanıyordu. "en üstün iyilik hazdır" ve "en büyük kötülük acıdır" diyordu. Bununla birlikte, bu öğretiyi ilk olarak ortaya koyanın, torunu Genç Aristippos olması da mümkündür. |
|
![]() |
![]() |
#55 |
Aristoksenos
(M.Ö. IV. yüzyıl sonları) Yunanlı gezimci filozof ve müzikçi. Tarentum'da doğan Aristoksenos Aristoteles'in çömeziydi. Suidas lugatçesine göre 453 eser yazdı; bunların en önemlisi filozof ve yazarları konu alan "Ünlü Kişilerin Hayatlar"dır. Aristoksenos, ünlü bir müzikçi olan babası Spintharos'un Sokrates ile ilgili anılarını kaleme aldı. Bugün elimizde, en eski müzik inceleme kitabı olarak bilinen Armonikon Stoikheion (Armoni Öğeleri) ile, Rythmika Stoikheia (Ritim Öğeleri) adlı incelemeden yalnız bir parça vardır. Aristoksenos, öğretiminde, duygu ile deneye büyük bir yer verilmesini isterdi. Bu görüş, Pythagoras'ınkine karşı bir tepki niteliğinde olduğu için, olumlu karşılandı. Sonradan, Aristoksenos ile Pythagoras'ın çömezlerini birbirinden ayırt etmek içi kulaktan armoniciler ve hesapçı armoniciler deyimleri kullanılır oldu. |
|
![]() |
![]() |
#56 |
Athenagoras
(M.S. II. yüzyıl) Yunan filozofu. Hıristiyanlığı kabul eden Athenagoras Marcus Aurelius ile oğlu Commodus'a hitaben Presbeia peri Khristianon'u (y. 177 Hıristiyanlar İçin Elçilik) yazdı. Bu eserinde, Hıristiyanlığın inanç ve ibadet ilkelerini Yunan ve Roma dünyasına açıklamak, Hıristiyanları devlete sadakatsizlik ve ahlaksızlıkla suçlayan putperestlerin savlarını çürütmek amacıyla Yeni Platoncu kavramları ilk kez kullanmıştır. Öbür eseri Peri Anastaseos Mekron (Ölülerin Dirilişi Üzerine) başlığını taşır. Bu eserinde, bedenin ruhun zindanı olduğunu ileri süren Platoncu görüşü yadsır, madde ve ruhun birbirini bütünlediğini savunur. Ölülerin bugünkü bedenleri ile dirileceği savını, tanrının her şeye gücünün yettiği ve kendi suretini insanlara sonsuza değin göstermeyi amaçladığı temeline dayandırır. |
|
![]() |
![]() |
#57 |
Walter Benjamin
(1892-1940) XX. yüzyıl kültür Felsefesinin en önde gelen düşünürlerinden Alman estetik ve yazın kuramcısı. "Der Begriff der Kunstkritik in der deustchen Romantik" (Alman Romantizminde Sanat Eleştirisi Kavramı ) adlı çalışmasıyla doktora derecesini alan Benjamin Frankfurt Üniversitesi'ne girmek için 1925'te, artık bir klasik sayılan Unsprung des Deustchen Trauerspiels (Alman Tragedyasının Kökeni ) bitirdi. Bu başvurusunun başarısız olması üzerine Benjamin zaten pek de sıcak bakmadığı akademik kariyer yapma düşüncesinden vazgeçti. Bir süre gazetecilik yaptığı Berlin' de Bertolt Brecht, Ernst Bloch, Theodor Adorno gibi sol kanat aydınlarla tanışır. Bu adlarla yakınlık kurması, Benjamin'in -yakın arkadaşı, Yahudi gizemciliğinin önde gelen adı Gershom Scholem'in de etkisiyle- gençlik yıllarından beri ilgi duyduğu Yahudi gizemciliği ile Kabala'dan gitgide uzaklaşarak Marxçılığa yönelmesinde oldukça etkili olmuştur. Benjamin 1933 yılında yaklaşan felaketin farkında olarak Paris'e göç etti. Burada bir yandan dönemin gözde edebiyat dergileri için eleştiri ve denemeler kaleme alırken, bir yandan da Adorno ile Horkheimer 'in çabalarıyla Amerika'da yayımlanmaya devam eden "eleştirel kuram'ın sesi" Toplumsal Araştırmalar Dergisi nı yazılarıyla destekledi. Benjamin , sanatın biçimci çözümlemelerini, tarihsel bir yaklaşım oluşturmak üzere toplumsal kuramlarla birleştirir. Bilindiği üzere, dönemin estetik kuramlarının gündemini, doğa bilimlerinin erişebileceğinden çok daha köklü ve yapıcı bir evreni ancak sanatın ifade edebileceğine inanan Nietzsche belirlemektedir. Nietzsche 'nin pek çok izleyicisi aynı görüşü insan bilimleri için de savunmaktadır. Bu yaklaşımlara, sanata tarih içinde bir yeri uygun gören Marxçılar karşı çıkmıştır. Onlara göre bu tarih, siyasaldı ve sanatın doğası, siyasal mücadelesi için seçtiği tarafı belirlerken tüketilmiştir. Bir başka deyişle, sanat kendi doğasını bile kurmaktan uzaktır; sanat yalnızca siyasal altyapının üstyapıdaki yansımasıdır. İşte çağcıl (modem) estetik kurama egemen bu iki kamp arasındaki Benjamin hem kişisel yapısı hem de ilişkilerinin sonucu daha çok Marxçılara yakındır. Benjamin in tasarısı, birtakım "gelişmeci" basit ölçütlere saplanıp kalmadan, özerk biçimde ekonomi politik ilkelere uygun olarak betimlenebilecek çerçevelerle sanatın uğraşma biçemini açığa çıkarma olarak görülebilir. Marxçıların sanatı yalnızca bir üstyapı görüngüsü olarak ele alişını böylelikle bir kenara koyan Benjamin, bir anlamda Nietszche 'nin metafızik görüşlerine de yakınlaşmış olur. Benjamin in görüşleri iki evrede ele alinabilir. "Goethes Walılverwandtschaf ten" ("Goethe'nin Seçmeci Yakınlıkları ", 1922) adli yazısıyla başlayan ve Alman Tragedyasının Kökeni (1928) adli yapıtıyla doruğa ulaşan ilk evrede Benjamin , sanatın pragmatik duruşları benimsediği tarzların açığa çıkarılmasıyla uğraşır. Kendisinin sanata "simgeci" yaklaşım adını verdiği bu noktada, ister eleştirmenlerce isterse sanat yapıtlarının kendilerince savunulmuş olsun, sanat gerçekliğin zorunlu yapılarıyla doğaüstü bir ilişki içindedir. Sanat, (Goethe'de olduğu gibi) boş inançlarla dolu yazgıcılık içinde ya da (XVII. yüzyıl dramalarının kimilerinde oldugu gibi) Tanrı'nın yaratma yetisinin anlaşılması için sanatın sığasına (kapasitesine) duyulan saf güvenle piyasaya ya da görücüye çıkar. Bu görüşle taban tabana karşıtlık içindeki görüş, Benjamin 'in "melankoli"diye adlandırdığı, bilim savlarına ve deneysel bilgiye karşı kuşku duyan duruştur. Melankoli sanatçı Tanrı'nın gerçekliğine erişmenin umutsuz bir çaba olduğunu göstermek için alegoriler (yerineler) ve nükteler tasarlar. Barok trajik dramaları bu tavrın tipik birörneğidir. Ne var ki bu, öykünmeci gerçekliğin ya da simgeciliğin sorunlarına karşı aceleyle verilmiş bir tepkidir. Zira, sanatçıların müdahaleci pragmacılık denebilecek üçüncü bir seçenekleri daha vardır. Bu, sanatçıların, kendi etkinliklerini daha geniş siyasal bir çerçeve içerisinde algılama yetilerine bağlıdır. Benjamin'e göre sanatçılar bunu yapabilirlerse, "tarihin açık gökyüzü alanda uyanacaklardır; ancak müdahaleci sanatın bu kesin doğası, ilk dönem yapıtlarında bulanık kalmıştır. 1920'lerin sonlarından başlayarak Benjamin 'in yapıtlarının, sanatın nasıl bir siyasal kimlik varsaydığını ortaya koymakla ilgili olduğu görülür. Bu evrede önemli olan, sanatın toplumun önüne nasıl gk- ağı ve söz konusu toplumun çalışanlarınca, gönüllü ya da gönülsüz, nasıl özümsendiği konularıdır. Böylelikle de Benjamin'in gözünde teknoloji kuramı ve tarih kuramı anlayışları daha bir ön plana çıkar. Benjamin 'in sanat ve teknoloji üzerine en önemli denemesi, "Das Kunstwerk im Zeitalter seiner technischen Reproduzierbatkeit"dıt ("Tekniğin Olanaklarıyla Çoğaltılabildiği/Yeniden üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı, 1935). İlkel toplumsal koşullar alanda sanat, kutsallığın simgeselleştirilmesi gibi, temelde törensel bir işleve sahiptir; yüksek bir "kült" (tapınç; tapılası şey) olarak değerlendirilir. Ancak, halkın bunlara erişme olanağı oldukça sınırlıdır. Oysa çağcıl dönemde yüksek kültür, sanat yapıtlarını müzelerde, konser salonlarında ve operalarda seçkinlere sunar. Kitle iletişim araçlarının katkısıyla, özünü yitirmeden çoğalabilen ama ereksiz kalan sanat artık müdahaleye açık hale gelmiştir. Böylece sanat, siyaset gibi geniş toplumsal dinamiklerle kaynaşmıştır. Tarih kuramı, Benjamin'in son ürünü olan "Über den Begriff der Geschiclıte" nin ("Tarih Kavramı Üzerine" , 1940 aynı yazı daha sonra ufak değişiklikler yapılarak "Geschiclıtsphilosophisclıe Thesen"/"Tarih Felsefesi Üzerine Savlar" adıyla da yayınlanmıştır} konusudur. Tıpkı estetik anlayışının ortodoks Marxçılıktan kopuşundan türemesine benzer biçimde, tarih görüşleri de "gelişme" düşüncesine beslediği inançtan yüz çevirmesine dayanır. Tarihin gidişi kökten biçimde bozulur: Kimliklerin ancak yalıtılmış ve olumsal mücadele edimleri sonucunda ortaya çıktığı inişlı sürekli bir "olma durumu" (o/nf) diye görülür. Tarihin "anlamı" kuramsal olarak kavranmaktan uzaktır bu anlam yalnızca kurtarıcı anımsamalar doğurur. Bu açıdan, tarihçinin görevi, günümüz çalışmalarına ışık tutacak özgürlük mücadelelerini anlatmak olacaktır. Nazilerin iktidara geleceğinin iyiden iyiye anlaşılmasıyla 1933'te gittiği Paris'ten, yaklaşık yedi yıl sonra yine Nazilerin baskısı sonucu Ispanya'ya kaçarken gerekli izni alamayışının verdiği umutsuzlukla canına kıyan Walter Benjamin günümüzde de önemini geniş ölçüde korumaktadır. Ölümünün ardından denemelerinin çoğıı kitaplaştırılan Benjamin ' in diğer önemli yapıtları arasında Einbahnstrasse (Tek Yönlü Yol , 1928), Berliner KindGeiJrım Neırhnhundert (1900'lerde Berlin Çocukluğu , 1950) ve Illimunationen (Aydınlamalar , 1961) sayılabilir. Felsefe Sözlüğü - Bilim ve Sanat Yayınları |
|
![]() |
![]() |
#58 |
James Beattie
İskoçyalı filozof, şair ve eleştiricisi. 1735'te Kincardine kontluğundaki Lawrencekirk'te doğdu, 18 ağustos 1803'te Aberdeen'de öldü. İlköğretim önemimde gösterdiği başarılar dolayısıyla Aberdeen Üniversitesi'nin açtığı parasız öğretim müsabakasını kazanmış ve dört yıl Mreschall Kolejinde okumuştur. Sonra da öğretim mesleğine girmiştir. Aberdeen'de Latin grameri profesörü olmuş, bir taraftan da şiirler yazmıştır. Virgile'in Eglogues'unu çevirmiştir. Ahenk, zarafet ve duyarlılıkla süslü olan bu gençlik yazılarından utanmış ve bu eserlerin anısını unutturmak için çok çalışmıştır. Mevki ve servetini korumak için arkadaşları ona, kendinden fazla ilgi gösterdiler ve 1760'ta Mareschall Koleji'nde mantık ve ahlak profesörlüğüne tayin ettirdiler. Hocalığının ilk dönemlerinde pek de başarı gösteremedi. 1766'da evlendi,İki oğlundan biri 1789'da diğeri de 1796'da ölünce Beattie teselli edilemez bir melankoliye düştü ve hayatının son yıllarını yalnızlık ve inziva içinde geçirdi. Beattie'nin İskoçya felsefesinde kendisini onurlu bir yer sağlayan düşünceleri şunlardır; 1- Kamul duyunun verdiği gerçeklerle aklın gerçekleri arasındaki derin farkı göstermiştir. Bu farklardan birincileri apaçıktırlar, ispata gerek duymazlar. İkincileri ise, ancak alıl yürütmeyle bu nitelikleri kazanabilirler. İskoçya felsefe sisteminde büyük bir rol oynayan bu farkı derinden göstermek isteyen Beattie, kamul duyuyu şöyle tanımlar: "Eğitim ve alışkanlıktan doğmayan fakat doğadan meydana gelip birdenbire içgüdüyle ve direnilemez bir içtepi ile gerçeği algılayan veya inanca kumanda eden bir ruh fakültesidir." Aklı da şöyle tanımlar: "Bize bildiğimiz düşünce veya oranları arama yeteneğini veren fakülte. Onsuz, ilk ilkelerin ve sezgisel aksiyomların ötesinde, gerçeği keşfetmek için bir adım bile atamayacağımız fakülte. 2- Berkeley'in tinselci şüpheciliğiyle Hume'un evrensel şüpheciliğine ve herşeyi ispata çalışmak suretiyle çağdaş şüpheciliği yaratmış olan Descartes'a karşı giriştiği tartışmalardır. Bu son filozof hakkındaki düşüncelerinde Reid gibi hareket eder. Şüphecilikle savaşı amansızdır. Beattie, şüpheciliğin daha çok yeni zamanda bulunduğunu, bu sistemin Descartes'ten başlayarak Hume'de en yüksek gelişmesine ulaştığını, aynı zamanda matematikçilerle fizikçilerin araştırmalarını yöneten ilkelere büsbütün zıt ilkeler kabul ettiğini, kamul duyunun apaçıklığı yerine akıl yürütmenin apaçıklığını koyduğunu ve nihayet şüpheciliğin beşeri inançların en meşru ve evrensel ilkeleriyle çelişik olan sonuçlara ulaştığını iddia eder. |
|
![]() |
![]() |
#59 |
Jeremy Bentham
(1718-1832) Yararcılık öğretisi ve "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesiyle tanınan Ingiliz hukuk, ahlâk, siyaset ve toplum felsefecisi. Daha dört yaşındayken Latince öğrenen Bentham on iki yaşındayken hukuk öğrenimini için babası tarafından Oxford'a gönderilmiştir. Gelgelelim Bentham, özellikle döneminin önde gelen otoritelerinden gelenekçi William Blackstone 'un tutucu derslerinden sonra, çok geçmeden bir hukuk uygulayıcısı olmak yerine hukukun ne olduğu üzerine yazmaya karar vermiş ve yaşamını varolan hukuk ile toplum dizgelerini eleştirip düzeltmeye adamıştır. Bentham daima yararcılık öğretisi ve "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesiyle birlikte anılsa da öğreti ve ilke onun varolan kurumların, pratiklerin ve inançların yararlılığının nesnel bir değerlendirme ölçütü ile sınanmasını amaçlayan toplum eleştirisinin yalnızca başlangıç noktasını oluşturur. Bentham açık sözlü bir hukuk reformcusu, doğal hukuk, doğal haklar ve sözleşmecilik gibi yerleşik siyasal öğretilerin acımasız bir eleştiricisidir. 1820'letden itibaren yapıtlarıyla saygı uyandırmaya başlayan Bentham'ın düşünceleri XIX. yüzyıl boyunca yapılan kamu yönetimi reformlarını da derinden etkilemiştir. Beccaria, Helvetius, Diderot, d'Alembert ve Voltaire gibi Aydınlanma fılozoflarının yanı sıra Locke ve Hume 'dan da etkilenen Bentham, yapıtlarında deneyci yaklaşımı kavramsal açıklığa ve tümdengelimli uslamlamaya dayalı bir usçuluk anlayışıyla birleştirmiştir. Bu bağlamda Bentham, usun gelenek karşısındaki önemi üzerinde duran ve terimlerin kullanımında kesinliği savunan Locke'u kendisine örnek almıştır. Nitekim Bentham' ın tüm felsefe tasarımı aslında bir açıklama tasarımıdır. Bentham neleri amaçlamamız gerektiğini göstermek için değerleri, insanların gerçekte neleri amaçladığını göstermek içinse ruhbilimi açık- lamaya girişmiş; bunlara uygun yönetim, hukuk ve ceza dizgeleri tasarlamak için de hem bir bütün olarak hem de temel terimleriyle gerçek "hukuk" düşüncesini açıklığa kavuşturmak istemiştir. Hukuku anlamak, haklar ve ödevler gibi şeyleri anlamayı da içerir. "Anlama" nın "algılama"yla sağlandığı deneyci gelenekte, "altın dağ" gibi doğrudan algılanamayan karmaşık şeyler deneyleyebildiğimiz basit bileşenlerine ayrılarak (altın ve dağ) çözümlenebildiklerinden dolayı anlaşılabilir hale gelirler. Buna karşın deneycilerin çözümleme yöntemi Bentham' ın çözümlemeyi düşündüğü hak ya da ödev gibi terimlerin çözümlenmesinde işe yaramamaktadır. Sonuç olarak bir şeyin bir parçasına ya da bir boyutunu ondan soyutlayarak ele almanın karışıklığa yol açması büyük bir olasılıktır. Bu durum Bentham'ı "yeniden anlatım" (paraphrasis) diye adlandırdığı bütünüyle yeni ve özgün bir yönteme yönelmiştir. Bentham 'ın "anlam"ın temel biriminin sözcük değil tümce olduğunu savunan yeniden anlatım yöntemi, yüzyılda Russell, Carnap, Quine gibi düşünürlerin geliştirdiği mantıksal çözümleme yöntemlerinin öncüsüdür. Bentham' ın bu yöntemle amaçladığı tümcedeki sorunlu sözcüğü başka sözcüklere çevirmek değil, sözcüğün bir parçasını oluşturduğu tümceyi başka bir tümceye çevirmektir. Yeniden anlatım yöntemi Bentham'ın "kurgusal kendilikler" diye adlandırdığı hak, ödev, yükümlülük, ayrıcalık gibi terimleri, içinde yer aldıkları tümceleri içinde yer almadıkları tümcelere çevirerek açık tular. Kurgusal kendilikler başlarda kullanışlı gözükse de zaman içinde bunların göndemıe yaptıkları şeyler bütünüyle unutulduğundan ya da gündem dışı kaldığından bu terimler birer önyargı olarak kalmaktadır. Bu yüzden hukuku bu tür kurgusal kendiliklerden olabildiğince uzak tutmaya çalişan Bentham , en azından bu tüt terimlerin kullanımından uzak duran açıklamalar ve temellendirmeler verilebileceğini düşünmektedir. Sözgelimi haklara ilişkin tümceler Bentham tarafından ödevlere ilişkin tümceler aracılığıyla açıklanır. Bentham’a göre belirli bir hak başkalarına ödevler yüklenerek birine sağlanan yatardır. Kuşkusuz ödevler de kurgusal kendiliklerdir ama bunlar da cezalandırma tehdidine ilişkin tümcelerle açıklanabilirler. Cezalandırma ise Bentham'a göre acı verme tehdididir. Böylelikle Bentham'ın "gerçek kendilikler" dediği şeye; yani algıyla doğrudan anlayabileceğimiz açık ve yalın düşüncelere ulaşmış oluruz. Bentham , acı ve hazzın anlamını öğrenmek için bir hukukçuya gitmemizi gerektirmeven sözcükler olduğunu söyler. Hatta ona göre hukuk acı ve haz kavramları aracılığıyla hem hukukçulara hem de başkalarına açıklanabilir. Bentham 'a göre ahlâk ve hukuk bilimsel olarak tanımlanabilirse de böyle bir tanımlamanın insan doğasına ilişkin bir açıklamaya gereksinimi vardır. Ona göre doğanın fızik yasaları aracılığıyla açıklanması gibi insan doğası da iki temel itki, "haz" ve "acı" aracılığıyla açıklanabilir. Bu görüş Bentham'ın "ruhbilimsel hazalık" kuramının temelini oluşturmaktadır. İnsan doğasına ilişkin böyle bir çözümlemenin doğrudan kanıtlanmasının söz konusu olmadığını bilse de Bentham "doğanın insanı iki egemen efendinin, haz ve acının yönetimi alcına yerleştirdiğini ' savunur. Ona göre bir yandan doğrunun ve yanlışın ölçütü, öte yandan nedenler ve sonuçlar zinciri acı ve hazzın krallığına tabidir. Acı ve haz bütün yaptıklarımızda, bütün söylediklerinizde ve bütün düşündüklerimizde bizi yönetmektedir; tabiliğinizden kurtuluşa yönündeki bütün çabalarımız da bu krallığın iyice a- çığa çıkıp onaylanmasına hizmet etmektedir. Sadece ne yapmamız gerektiğini göstermekle kalmayıp ne yapacağımızı da doğrudan belirleyen haz ve acı eyleme ilişkin açıklamaların yanı sıra kişi için "iyi'nin tanımlanmasında da temel oluşturmaktadır. Buna dayanarak Bentham, her bireyde varolan acı ve haz temelinde bir değer hesabı oluşturabileceğimizi öne sürer. "Haz hesabı" ya da "mutluluk hesabı" (felicif calculus) olarak bilinen bu görüşe göre haz ve acı nesnel duyumlar olup yoğunlukları, süreleri, verimlilikleri (gelecekteki daha başka haz olasılıkları açısından), saflıkları (hazza aamn bulaşmaması açısından) ve büyüklükleri aracılığıyla ölçülebilirler. Bu bir eylemin ya da durumun hem nesnel olarak belirlenmesine hem de başka eylem ya da durumlarla karşılaştırılmasına olanak tanımaktadır. Bentham 'ın bu köktenci hazcılığına, insanın doğal olarak çıkarlarını kollayacağı yollu ruhbilimsel benciliği eşlik etmektedir. Bentham kişinin çıkarlarının toplumsal çıkar ya da diğer bütün insanların çıkarları karşısında baskın olduğunu belirtsek, insanların eylemlerinin amacının kendi mutlulukları olduğunu ve insanın doğal bir yetisi olan usun bu amacın uşağı olarak düşünülmesi gerektiğini savunur. Bentham in insan tekini değerlerin kaynağı olarak alan insan doğasına ilişkin bu açıklamasıyla ahlâki bir bireycilik de ortaya koyduğu söylenebilir. Nitekim Bentham 'ın ahlâk felsefesi de onun "yararlılık ilkesi" ya da "en büyük mutluluk ilkesi" diye adlandırdığı "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesinin bir yansımasıdır. Bentham yararlilık ilkesini bir eylemi ya da durumu genel mutluluğu araması ya da azaltmasına göre onaylayan ya da onaylamayan ill:e olarak tamınlar ve en çok sayıda kişi için en büyük mutluluğu üretmeyen her türlü eylemin ahlâken yanliş olduğunu söyler. Mutluluk ise hazzın çokluğuna ve acının yokluğuna bağlı olarak hesaplanabilirdir. Bu bağlamda Bentham'ın ahlâk felsefesi insanın temel güdüleyicileri haz ve acıdır yollu ruhbilimsel hazcılık görüşünü de yansıtmaktadır. Burada altı çizilmesi gereken önemli bir nokta da mutluluk hesabı yapılırken her bir bireyin bir diğerine eşit olarak alinmasıdır. Sonuç olarak Bentham için ruhbilimsel hazcılik ve bencilik ile yararlılık ilkesi arasında hiçbir ııyumsuzluk süz konusu değildir. Öte yandan Bentham'ın mutluluğu artırma amacı pratik bir amaçtır ve onun bu yönde bir 1'anama kanalı yapılması ya da bezelyelerin dondurularak kullanılması gibi birçok farkli önerisi de olmuştur. Bentham'ın bu pratik amaçlı önerilerinden en önemlisi ise "panoptikon" diye adlandırdığı hapishanedir. Bentham'ın dönemin hapishanelerinde yaşanan karmaşayı sona erdirmek için tasarladığı bu hapishane modeli, merkezdeki gardiyanların onlara gözükmeden tutukluları göz altında tuttuğu daire biçiminde bir yapıdır. Bentham özel olarak işletilmesi gerektiğini düşündüğü ve sözleşme olarak kendisinin yönetmeyi planladığı bu hapishane ile yalnızca tutukluları güvenilir birer insan haline getirmeyi değil zaman içerisinde para da kazanmayı tasarlamıştır. Ama bu tasarısı hapishanenin kurulacağı yerin çevresindeki arsa sahipleri tarafından engellenince işin sonunda hem zaman hem de para kaybetmiştir. Panoptikon tasarımına kadar önerilerin ve anlaşmaların hayata geçirilmesi için aydın yönetimlere başvurmanın yeterli olacağına inanan Bentham, bunun yeterli olmadığını fark ettiğinde demokrasiyi desteklemeye başlamıştır. Locke da dahil olmak üzere kendinden önce sayısız fılozofun siyaset felsefesinin temelini oluşturan doğal hak, doğal hukuk ve toplum sözleşmesi gibi kav- ramları benimsememiş olan Bentham , daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kavramları kurgusal kendilikler olarak adlandırıp bunların bir gerçekliğinin bulunmadığını savunuyordu. Bu tür kavramlar o dönemde devlete itaatin kaynağı ve meşru devrimin koşullan nedir sorularına yanıt olarak sunulmaktaydı. Bentham itaati anlaşmaya dayandıran bu tür düşünceleri eleştirerek yönetime itaatin temellendirilmesinin yarara, yani itaatin olası zararının direnişin olası zararından daha az olup olmayacağının hesaplanmasına dayandığını savunmuştur. Bentham ' ın bu karşı çıkışı yalnızca terim düzeyinde kalmamış hukuk dizgesinin ve yönetim dizgesinin değişmesi gerektiğini bir insan-bir oy ve gizli oy verme hakkı gibi önerilerle açıkça dile getirmiştir. Bentham 'ın bu demokratik önerileri ahlâk felsefesinin "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesi ve ruhbilimsel bencilik görüşleriyle de uyumludur. Ruhbilimsel benciliğe göre herkes kendi çıkarlarının peşinde koşmak- caysa, bu demektir ki yönetimler ve yöneticiler de kendi çıkarlarının peşinde koşabilirler. Dolayısıyla diktatörlere, krallara ve oligarşilere güvenilmemelidir. yönetimlerin gerçek amacı olan "en çok sayıda insana en yüksek düzeyde mutluluk" ilkesi ancak yönetim en çok sayıda insanın elinde olduğunda güvende olabilir. Eğer halkın tamamı siyasal güçle donatılırsa, hepsi yalnızca kendi çıkarlarını izleyerek bu amaca hizmet etmiş olacaklardır. Bentham 'ın demokrasi ve yararcılık anlayışına bağlı olarak geliştirdiği özgürlük anlayışı günümüzde "olumsuz özgürlük" diye adlandırılan özgürlüğe karşılık gelmektedir. Özgürlüğü "engellemenin olmaması" olarak tanımlayan Bentham, bireyin engellenmediği oranda özgür olduğunu söyler. Özgürlüğün doğal olduğunu ya da bireyin egemen olduğu a priori bir özgürlük alanının bulunduğunu yadsır. Bu özgürlük açıklamasıyla bağlantılı olarak Bentham hukuku da olumsuz olarak tanımlar. Değer ölçütünü haz ve acının sağladığı göz önüne alınırsa Bentham için özgürlük haz verdiği için iyiyken, sınırlandırılması acı verdiğinden kötüdür. Devletin denetimi ne denli sınırliysa birey o denli özgürdür. Öte yandan Bentham iyi yönetimin temelini oluşturan toplumsal düzen için hukukun zorunlu olduğunu kabul eder. Toplumun ilerlemesinde hukukun oynayabileceği olumlu rolü kabul eden Bentham, hukukun kişilerin ekonomik ve kişisel gereksinimlerini karşıladığı ve koruduğu ölçüde bireyin çıkarını yansıtacağını savunmuştur. Bentham, kendinden önceki birçok düşünürden hak li olarak hukukun doğal hukuktan doğmadığını, onun yalnızca egemenin istencinin bir buyruğu ya da dışavurumu olduğunu savunmuştur. Nitekim bir yasa ahlâk ba6ımından sorgulanabilir olsa da, ahlâken kötü eylemler buyursa da, rızaya dayanmasa da yine de bit "yasâ'dır. Öte yandan, daha önce de belirtildiği gibi, yasakoyucunun yasa dizgesini yalnızca kendi çıkarını gözeten insanlatı genel çıkata yönlendirilecek biçimde düzenlemesi gerekir. Bir fılozoftan çok bir hukuk ve siyaset eleştirisi olarak görülmesi gereken Bentham 'ın çok sayıdaki yapıtları arasında Blackstone'un reform karşıtı gelenekçi görüşlerin eleştirdiği yayımlanmış ilk yapıtı A Fragnıent on Goveırıment (Yönetim Üzerine, 1776); hukuksal, ahlâki ve toplumsal reformlara temel olaşturabilecek ussal ilkeler oluşturmaya çalıştığı başyapıtı sayılabilecek An Introduction to the Prenciples of Moralr and L.egislation (Ahlâkın ve Yasamanın İlkelerine Giriş, 1789), parlamento reformuna ilişkin demokratik önerilerini içeren A Cateıhism of Parliamentary Rıfoım (Parlamento Reformu İçin Bir Kılavuz, 1817) ve ancak ilk cildini yayımlayabildiği Constitution Code (Anayasa Hukuku, 1830) başta gelir. Felsefe Sözlüğü – Bilim ve Sanat Yayınları |
|
![]() |
![]() |
#60 |
Bernhard Bolzano
5 Ekim 1781'de Prag'da doğdu, 18 Aralık 1848 Prag'da öldü. İtalya asıllı bir Çek filozof ve matematikçiydi. Babası bir İtalyan göçmeni ve küçük bir esnaftı. Annesi de, Prag'da madeni eşya ile ilgilenen bir ailenin kızıydı. Bolzano, Prag Üniversitesi'nde, felsefe, fizik, matematik ve ilahiyat çalıştı. 1807 yılında Prag'da aynı üniversiteye din ve felsefe profesörü olarak atandı. 1816 yılına kadar bu üniversitede başarılı dersler verdi. 1816 yılında, Hristiyan kilisesince benimsenen inanç, duygu ve düşünceye ters düştüğü için, bu inançlarından dolayı suçlandı. 1820 yılında Avusturya hükümeti Bolzano'nun bu yıkıcı ve kendileri için kırıcı olan konuşmalarından dolayı onu ülkeden uzaklaştırdı. Bolzano, İtalya asıllı bir Çek filozofuydu. Aynı zamanda iyi bir mantıkçı ve çok iyi de bir matematikçiydi. Bolzano, 1820 yılında daha çok akılcılıkla suçlandı. Onun matematiğe dayalı bir felsefesi ve düşüncesi vardı. Bu nedenle Kant'ın idealizmine karşı çıktı. Kendisi aslında bir Katolik papazıydı. 1805 yılından sonra Prag Üniversitesi'nde din felsefesi okuttu. Matematikte, sonsuzluk ve sonsuz küçükler hesabı üzerinde çalıştı. "Sonsuzluk Üzerine Paradokslar" adlı kitabı 1851 yılında yayınlandı. Noktasal kümeler üzerine de çalışmaları olmuştur. Bolzano'nun en acıklı yılları, 1819 ile 1825 yılları arasına rastlar. Prag Üniversitesi'nce, tam 7 yıl ders vermeme ve yayın yapmamak üzere cezalandırılır. Bu üniversitece profesörlüğü de elinden alınır. Tüm bu baskılara karşı onun yüksek kafası hiç durmadan çalışmıştır. Analizde, geometride, mantıkta, felsefede ve din üzerinde çok sayıda yayınını gerçekleştirmiştir. Bugün, analizde bildiğimiz ünlü Bolzano-Weierstrass teoremi'ni ilk kez "Fonksiyonlar" adlı kitabında o kullandı. Fakat, teoremin ispatını daha önceki çalışmalarında yaptığını ve kaynak olarak da bu çalışmasını verir. Fakat, sözü edilen bu çalışma ve kaynak bugüne kadar bulunamamıştır. Çok kullanılan ve kendisinin de çok kullandığı bir teoremin ispatının Bolzano tarafından verilmiş olması olasılığı çok fazladır. Zaten bu teoremin ispatı verilmeseydi, Bolzano tarafından bu kadar çok kullanılmazdı. Sonraki yıllarda bu teoremin ispatı tam olarak Weierstrass tarafından verilmiştir. Bu nedenle, bu teorem analizde Bolzano-Weierstrass teoremi olarak bilinir. Bolzano'nun temel çalışmaları, sonsuzlar paradoksu üzerinedir. Bolzano'ya yayın yapma yasağı konduğu için, yaşamı sürecinde bu eserlerini ne yazık ki yayınlayamamıştır. "Sonsuzlar Paradoksları" adlı çalışması ancak onun ölümünden iki yıl sonra 1850 yılında basılmıştır. Bu çalışması, sonsuz terimli serilerin birçok özelliğini içerir. Diğer birçok matematikçide olduğu gibi yaşam sürecinde çok hırpalanan, şanssızlıklarla ve baskılarla horlanan Bolzano, 18 Aralık 1848 günü Prag'da öldü. |
|
![]() |
Cevapla |
Konu Araçları | |
|
|